İlkokul yıllarımda bir yarışmaya katılmıştım, fıkra anlatma yarışması… Çok çalışmıştım, ezberlemekle kalmayıp fıkrayı yaşıyordum adeta anlatırken. Küçük ilçe kütüphanesindeydi yarışma, çok heyecanlı bir gündü benim için. Hangi fıkraydı hatırlamıyorum, ama hasbelkader dereceye girmiştim onu hatırlıyorum. Bir de aldığım nadide ödülü; tabii verileni ödül sayarsak. Kamera şakası türünden, anlattığım fıkradan daha komik bir fıkraydı ödül mevzusu: İki kitap; biri nüfus planlama amacıyla yazılmış, doğum kontrolünü ve yöntemlerini bütün ayrıntılarıyla, resim ve şekillerle anlatan bir kitap, diğeri ise içinde yazanları yıllar sonra bile anlayamadığım, yabancı dilden özensizce çevrilmiş kalın bir kitap… Maalesef hiç çözemediğim için içeriğinden bahis bile edemeyeceğim. Bir süre sonra kitapların ikisi de evde ortadan kayboldu. Neden acaba eksikliklerini hissetmedim(!)?
Nasıl bir zihniyetti bir ilkokul çocuğu için bu denli saçma, gereksiz ve anlamsız olan kitapları hediye verme kararını alan? O iki kitabı yan yana getirip, bir paket kâğıdına sararken insan hiç mi düşünmez, okuyan çocuğa hitap edecek mi diye? Amaç muhtemelen kütüphanenin tozlu raflarında çürümek üzere olan iki kitabı kurtarmaktı ama ya kaybedilecek olan? Hayal kırıklığımı hatırlıyorum iz bırakmış içimde bir yerlerde, bir de saygın bildiğimiz büyüklerin bu densiz, dengesiz davranışlarıyla güvenimi kaybedişlerini…
Çocuk ruhunu hiçe sayan zihniyetler o eski yıllarda kalsaydı keşke. Günümüzde de varlığını hissettiriyor, belki de sayıca artarak. Söz konusu çocuk olunca görmezliğe, bilmezliğe geliyor insanlar.
Katıldığımız bir düğünde bir sandalyede sessizce oturan 2,5 yaşındaki kızımın, sandalyesine aynı anda oturan kadını gördüğümde şoka girdim adeta. Çocuğum arkada sıkışmış sesi çıkmıyor, kadın önüne oturmuş… Söyleseydiniz kızımı başka sandalyeye alırdım, dedim kızgınlığıma rağmen kibarlığımı koruyarak. Aldığım cevap beni daha da şaşkına çevirdi: “Görmedim.”… Kızgınlığımın nedeni, sandalyenin bir köşesine sıkıştırılan kızımın, savunmasızlığı değildi. İnsanların Kaf Dağı’ndan inmeyen büyüklükleriyle harap ettikleri çocuk ruhlarıydı.
Çocukları etrafımızda görmemeye, yok saymaya ne zamana kadar devam edeceğiz toplum olarak? Çocuk bu bir şeyden anlamaz, mantığıyla çocuklara kendilerini ne kadar da değersiz hissettirebiliyoruz, farkında olarak ya da olmayarak.
Değersiz hissettirdiğimiz çocukların kendine ya da bir başkasına değer vermesi mümkün olabilir mi? Değer görmeyen nesiller, değer vermesini nereden bilecekler?
Çocuk da olsa, bebek de olsa; herkes bir kalp taşıyorsa; koca koca insanlar kadar önem arz etmiyor mu bu dünyada? Savunmasız hallerini ve kendilerini ifade edemeyişlerini düşündüğümüzde, daha da mühim değil midir bu minik yavruların varlıkları? Kamera gibi her gördüğünü kaydedip, kopyalayan bir bebek ya da çocuk varsa etrafta; bütün davranışların değişmesi ve daha itinalı, saygılı olunması gerekmez mi?
Bugün görmezden, duymazdan geldiğimiz minikler de büyüdüklerinde bizi görmeyip, duymayacaklar. Dolmuşta, otobüste büyüklere yer vermeyen genç nesillere şikâyet etme hakkımızı ortadan kaldırmış olmuyor muyuz çocukları insan yerine koymayışımızla?