Güzel bir yaz günüydü. Bir kaç arkadaşımla boğaz turu yapalım dedik. Hani boğazın her iki kıyısında da bütün iskelelere uğrayan şehir hatları vapuru var ya, işte ondan bahsediyorum. Eminönü’ndeki
iskeleden bindik. Yanımıza yiyecek içecek bir şeyler almadık çünkü Anadolu Kavağı’ndaki molada balık-ekmek,
midye, kalamar yeme fikri daha cazipti. Yine de artik İstanbul sokaklarında bulamadığımız, tadını
unuttuğumuz çıtır simitlerden almamak olmazdı. Geleneksel öğelerimiz bir bir kayboluyor…
Yazın en sıcak günlerinden birinde denizin üstünde olmak, hafif esen rüzgarla birlikte serinlemek oldukça keyifliydi. Sırtımızı dayamış ayaklarımızı da demirlere yaslamıştık.
Gelip geçenler ara sıra düzenimizi bozsa da biz kendimizi boğazın güzelliklerine kaptırmıştık.
Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Kız Kulesi, Kuleli Askeri Lisesi, gökdelenler, yalılar,
balıkçılar, martılar…Her şey karmaşık bir düzen içinde de olsa muhteşem gözüküyordu.
Çocuk ruhumuz canlanmıştı, vapurun çıkardığı köpüklerden şekil bulma oyunu bile oynadık…
Anadolu Kavağı’ndaki uzun molada önce küçük köyü şöyle bir dolaştık. O kadar küçük ve sevimliydi
ki bir kaç adımda turu bitirdik. Lüks restaurant ların yanı sıra, daha çok keyif alacağımızı düşündüğümüz bir kaç ayak üstü yer de keşfettik. Hayalini kurduğumuz balık-ekmek, midye enfesti.
Balık yenir de üstüne tatlı yenmez mi? Geniş kornetlerin içindeki kavunlu dondurmanın tadı hala damağımda.
Ne demişler, yoldan gelen aç olur…
Dönüş yolculuğumuz başlamıştı. Boğazın ve denizin rehaveti üstümüzde, doğanın nimetleri midemizde,
uyuya kalmamak için uğraşıyorduk. Benim oturduğum kenar bankının yanındaki açık olan pencereden küçük bir erkek
çocuğu kafasını uzatmış dışarıyı seyrediyordu. Annesi yanındaydı ve bütün anneler gibi yaz günü çocuğun üşütmesinden endişe etmiş olacak ki, çocuğun tüm ısrarlarına rağmen onu dışarı çıkartmak istemiyordu. Çocuk söylenip duruyor, anne itiraz ediyordu. Bütün bu debelenmenin içinde çocuk birden elini dışarı doğru uzattı ve sevinçle bağırmaya başladı.
Anne!. Bak ‘’Vapur‘’…
Birden gülmeye başladım, çok neşelenmiştim. Ne kadar saf, ne kadar yalın bir sevinmeydi. Oysa asıl kendisi
bir ‘’Vapur’’ün içindeydi, ancak farkında değildi. Bir bilse kendisi de bir vapurda… Acaba neler hissedecekti?
Belki de bu sefer kendini kaptan köşkünde dümen kullanan, omzunda apoletler ve kafasında denizci kasketiyle kıdemli
biri olarak düşleyecekti…
Bazen kendimizde var olanın farkında olmayız. Bazen kendimizde olmadığını sandığımız şeyler ilgimizi çeker.
Oysa içimize dönüp bir baksak belki de en değerli cevherler kendi içimizdedir. Gıpta ile baktığımız şeylerin belki
de çok fazla önemi yoktur. Bu küçük ve tatlı anım beni bunları düşünmeye sevk etmişti. Sizlere ne düşündürdüğünü
bilemem, benim kendimde fark edebildiğim şey, daha çok anı biriktirmem ve bunları yazıya dökmem gerektiği…
Işık sizlerle olsun, sevgilerimle…
Işın Buzcu_ 2005